Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği II: Karenin'i Sever gibi Sevmek

Önce ağırlık vardı hayatta:


  • Vygostsky'nin öğrenme kuramına göre her insan kendi bilgi yoğunluğuna yakınsayabileceği bir öğretmen sayesinde bilgisel gelişimini sağlayabilirmiş. Zone of Proximal Development der ki, eğer arkadaşın kendi bilgisini sana indirebiliyorsa, senin de ondan öğreneceğin şeyler varmış. Yani, arkadaş arkadaşın çakra amplifikatörü ya da daha basitçe ilham perisiymiş; kahve, içki gibi zihin açıcılara gerek yokmuş...
  • İşte böylelikle anladım ki, arkanı dönünce hiçbir şeyin olup bittiği yokmuş. Sen istedin diye dünya bir anda hisseli harikalar kumpanyasına dönmez, insanlar duygularını başka bünyelerde yedekleyemezlermiş... Hareketlerini kontrol edebilir, sözlerine çeki düzen verebilirmişsin de duygularına ve zihninin ufuklarında seyrü safha eden düşüncelerine ol deyince olduramaz, öl deyince öldüremezmişsin... Sözleri değiştirerek yalanlarla başkaları hakkında gerçekler yaratıp herkesi kandırabilirmişsin. Hareketlerinle insanların da hem düşüncelerine hem hareketlerine nüfuz edeceğini sanıp kendine aristokrat bir hava yaratabilirmişsin. Ancak varacağın tek yer, gerek kurduğun yalanlarla, gerek dışarıdan tutarlı ama kendine tutarsız hareketlerle kendinden kaçmak olabilirmiş.
  • Sakladığını sandığın gerçeğin bir gün yalanın haline gelirken, yalanın da senin kendi kimliğin olurmuş. Böylelikle kendini değiştirdiğini sanırsın... Herkes seni söylediğin yalan diye bilir ve öyle tanırmış. Taki yalanla oluşturduğun dünya başkalarının gerçekleri doğrultusunda şekillenmiş çıkarlarıyla çelişene kadar. İnsanlar yukarı çıkarken yürüyen merdivende pohpohlamayı çok severlermiş de, ne zaman ki merdiveni değiştirsinler, sen artık onlar için aşağıdaki bir basamak olarak kalırmışsın. Tıpkı Halit Ayarcının Saatleri Ayarlama Enstitüsündeki hazin sonu gibi... (Ne çok etkilemiş beni bu kitap)... Bir varmış bir yokmuş. Bir ağırmış bir hafifmiş varolmak... Keşkelerimden kolya yaptım, boynumda sallansın isterken, boğazıma dolandılar... Hafiflemiş bir varolma için keşkesizce ve beklentisizce (beklentisizce beklemek gizli fiili) nefes alıp veriyorum bu günlerde...
Milan Kundera'ya ve temalara geri döneyim...

Temalar

Varoluş ve Hayat II

Daha önceki entryde, bok ve dışkılamanın din ve cennetle uyuşmadığından bahsetmiştim. Milan Kundera bu fikre devam ediyor ilerleyen sayfalarda. Din ve inançtaki bu konumundan dolayı dışkılama varoluşa ters düşüyor. Aksi takdirde neden tuvalet kapılarını kitliyoruz ki diyor yazar. Varoluşumuzla ters düştüğü için, kurulan dünya, dışkılamanın yok sayıldığı bir dünyadan ibaret. "Bokun reddedildiği ve herkesin bok yokmuş gibi davrandığı dünya"ya kisch diyor. İşte kisch, insanın varoluşuna ters tanımlanan her şeyi kapsıyor - iğrenç ve toplum tarafından doğru bulunmayan her şey. Ayıplar, sapma denilen şeyler, normal dağılım eğrisinin başı ve sonu diye tanımladıklarımız... Büyük ihtimalle bu kisch'in zaman ve yer gibi iki parametresi de mevcut. Yani yaşanılan zamana ve yere göre kisch değişimi söz konusu, fakat bundan dahi insan bütün insanlık için geçerli bir kisch kapsamı yaratılabilinir, hadi buna da evrensel kurallar bütünü diyelim... Herkesin ayıbı, herkesin sapma bellediği şeyler... 

Duygu dediğimiz bireyin hissedebileceği şeyler dahi bu kitschin tekelinde olabilir. Yeri geldiğinde insanın yaşayacağı hisler bile programlanmıştır kitschde. "Hayırsız kız evlat, ihmal edilmiş baba, çayırda koşuşan çocuklar, ihanete uğramış vatan, ilk aşk"... Yazarın bu konudaki örnekleri bunlar. Bir kızın hayırsız olması beklenemez, olduğu takdirde yuhalanır... Aynı şekilde babanın ihmal edilmemesi, ülkenin ihanete uğramaması gerekir. Toplum dediğimiz vücut yüzünüze tükürür. Çayırda koşuşan çocukları gördüğümüzde de yüzümüze gülümseme yerleştiririz, çünkü gördüğümüz şey saf mutluluğun beden bulmuş halidir. Bir tek ilk aşkı kitsch'e eklemek de sıkıntı çekiyorum, çünkü aşk denen şeye nasıl tepki vermesi gerektiğini bilmesi için insanın öncelikle onun tam olarak ne demek olduğunu, olurda karşılaşırsa neye benzediğini bilmesi gerekir. Halbuki aşk yaşanırken anlaşılacak bir şey değil de, bazı şeyler yaşanıp üzerinden bir zaman geçtikten sonra kategorize edilebilecek bir olgudur. Bunu zamanında depremle karşılaşan acemi bireye benzetmiştim. İnsan kitapta okur, derste dinler depremin ne olduğunu. Televizyonda başka yerlerde gerçekleşmiş depremlerin haberleri çıkar, fakat bir gün gözünün önünde odayı doduran bütün objeler senkronik olarak sallanır ve yerin altından anlamlandıramadığın sesler gelirken, bu kelime bir türlü aklına gelmez. Dünyan bilmediğin bir şekilde tepki gösterirken, sen kafandaki terimi bu gerçekleklikle bir türlü birleştiremezsin. İşte aşk denen illet de bence buna benzer. Ne kadar okunulursa okunsun, orada burada ve şurada tanımlansın, özellikleri anlatılsın, yaşanılana kadar anlaşılabilecek şey değildir... Ancak belli bir zaman sonra, "sanırım bu yaşanılan şey aşk olsa gerek" derken bulabilirsin kendini... Hal böyle olunca, insan ilk aşk karşısında nasıl davranacağını nasıl bilsin? 

Romandan başka bir alıntı: "Bazen neden olduğunu bilmeden bir karar verirsin de bu karar tersini yapmaya üşendiğinden her geçen gün sürer gider. Her geçen yıl daha zorlaşır değiştirmek". Gerçekten de öyledir değil mi? Bazen bir karar alırsın, geri dönmek ve vazgeçmek kendinle çelişmek ve tükürdüğünü yalamak olduğundan, fikrini değiştiremezsin. Ve bu aldığın kararla oluşan çevren ve yaşantın yeni bir norm olur senin için. 

Aşk, Kadınlar, Erkekler II:

Tam direk alakalı olmasa da aşk hususuna girer romandan gelen bu fikir. Yazar bir yerde dehşet ve hüznü karşılaştırıyor. Dehşetten çok hüzün aşkın menşeisine girdiğinden buraya uygundur. "Dehşet bir şoktur, mutlak bir körleşmenin zamanı. Dehşette en ufak güzellik yoktur... Öte yandan hüzün olacakları bildiğimizi varsayan bir tavırdır." Beklemediğin birinin ölüm haberi dehşete örnekken, hüzne bunun bir gün olabileceğini bilmek sıkışmıştır. Bir gün istemesen de bazılarının hayatından çıkacak olması hüzünlendirir insanı misal. 

Ben aşkı yukarıda depreme benzetirken, bakın Milan Kundera nasıl tanımlıyor aşkı:

"Tereza Karenin'den bir şey istemiyordu, onu sevdi diye karşılığında kendisini sevmesini bile beklemiyordu. Üstelik hiçbir zaman ... kendi kendine yaşamı zehir eden soruları sormamıştı: Beni seviyor mu? Benden daha çok sevdiği bir başkası var mı? Benim sevdiğimden daha çok seviyor mu beni? Aşkı ölçmek, sınamak, denemek ve kurtarmak için aşka yönelttiğimiz bütün bu sorular belki de her şeyin yanı sıra aşkı da kısaltmaya yarıyor. Belki de sevemememizin nedeni çok sevmek istememiz, yani karşımızdaki kişiden hiçbir istekte bulunmaksızın, ondan onunla birlikte olmaktan başka bir şey istemeksizin kendimizi ona verecek yerde ondan bir şey (aşk) talep etmemizdir."  

Ne acı ki Tereza bir kadın, ve Karenin de ölmek üzere olan bir köpek :) 
Neymiş, insanlara ite davranır gibi davranacakmışız - ALLAH BELANI VERSİN ECHAİR, BUNU MU ANLADIN BURDAN? - tamam şüheda şaka yaptım şaka ;)

Devamı gelecek yine... 

Yorumlar

Popüler Yayınlar