Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği I: Dayımın Çiftliği

İnsanlar koyunun her yanını nasıl yiyebiliyorlar ki? Bizim ailedeki bazı akrabalar ilahlar bu konuda. Kurban bayramında koyunu kestikten sonra...

Digression 1: Çocukken bize bu kesme işlemini izlettirirlerdi. Bir allahın kulu da "ya yazık şuncacık çocukları, kanla, can verme ile bu kadar erken tanıştırmayalım" dememiştir. Kuzenlerden birinin koyun korkusu bu sebebten olabilir. Dedem öldükten sonra, ki anlatılanlardan biliyorum, çünkü bir yaşında bir çocuk nasıl hatırlasın dedesini, ölümünü, çiftçilik babadan oğula, yani dedemden dayıma geçmiş. Bütün anne tarafım da kurban bayramlarında, dayımın çiftliğine gider, dayım da istenen boyuttan, kurbanların kesimine kadar her kurban işiyle uğraşırdı. Yine 90lardan bir gün, ailece sabahtan dayımların çifliğine gittik. Gittiğimize göre o zamanlar babam da kurban kestirmiş. İlginç. Kurbana tuz tattırılmasını, dayımın koyunun boynuna gerekli duaları okuduktan sonra bıçağı cart diye geçirmesini, kanın kill bill filmlerini aratmayacak şekilde fışkırmasını, koyunun bedeninin kellesinin kopmasına rağmen bir süre titremeye devam etmesini, koyunun gözlerindeki son bakışını ayan beyan hatırlıyorum. Ama büyütmeye gerek yok tabi. Milan Kunderanın da dediği gibi Tanrı hayvaları insanlar hükmetsin diye yaratmış. Genesis denilen tevratın ilk kitabında durum böyleymiş. Gerçi yazar sonra İnsanların hayvanlara hükmedebilmek için tanrıyı yaratmış olduklarını söylüyor, ki bu akla uygun gelmiyor da değil

... kurbanın hiçbir yanı araya gitmezdi bu akrabalarca. Nereleri mi: Billur (bunla başlamak içten değil :)), kelle, paça, işkembe, karın, mumbar, göz, kulak, dalak, ciğer, böbrek, dil, boyun, ve beyin... Unuttuğum bir yeri kaldı mı acaba zavallı kurbancığın? Koyunun bademciğini yiyorlar mıdır acaba? İşte koyunun beyninin tadı bana nedense haşlanmış yumurtanın ak kısmını hatırlatır. Hatta bu tad için grupladığım besinler var: beyin, yumurta akı, sahte istakoz eti... daha da vardı ama şimdi hatırlamadım... Şimdi ben bunu niye anlattım ki burada? Anlatmasaydım bu düşünce büyür de büyür ve benden bağımsız bir hal alırdı - ki bu besinlerin tadıdır benim şu anki hayata dair hissim, fikrim... Sanki ağzımda uzun zamandır bir şeyler geveliyormuşum da, boşuna geveliyormuşum, yemek için yemişim de tad almıyormuşum gibi... Belki hayatta bazen böyle tat almak gerekiyordur, sorgulamamalıdır insan kendi böyle... Bazen varolmak hafifleyeceği yerde ağırlaşıyordur bu tatla...

Varolmanın dayanılmaz hafifliği de bitti... Kitaptan bahsedeyim biraz. Sonrası spoiler içerir...

Temalar

* Aşk, Kadınlar Erkekler I

Milan Kundera, ana karakteri Tomastan hareket ederek iki çeşit çapkın tanımı yapıyor: 1) Lirik Çapkınlar, 2) Epik Çapkınlar. Lirik çapkınlar kadınlarda kendilerini, kendi ideallerini ararlarken, epik çapkınlar kadında herhangi bir ideal aramazlar. Lirik çapkınların hayatları kadından kadına o bahsedilen ideali aramakla geçerken, epik çapkınlar için her kadının farklı olduğu kabul edilip buna göre hareket ederler. Kadınlar için lirik çapkın da dokunaklı bir yan vardır, sonuçta duygusal ve romantiktirler bunlar. Aksine epik çapkınlarda kadınlar dokunaklı bir yan göremezler. Epiklerin yönelimleri açlıktan ve sayı artışından ileri gelir: her insan ilginçtir ve her insandan öğrenilecek bir şey vardır. Bu yüzden de daldan dala konmada bir sıkıntı yoktur. Bu yüzden de lirikler gibi kadınlar onları hayal kırıklığına uğratmaz... Kunderanın bu kategorisini görünce bir erkek hep lirik ya da hep epik midir diye sorasım geliyor. Birinden diğerine kayma söz konusu olabilir mi? Öyleyse bu kaymaya sebeb olan şey nedir? Niyeyse teorik olarak bir erkek doğuştan liriktir, fakat yaşayış ve deneyimleri onu epikleştirirmiş gibime geliyor.

Yazar aşkı cinsellikten ayırmak için birçok tanım ve yan terimle geliyor. Bunlardan biri de şiirsel bellek. Bir kadını diğer kadınlardan ayıran en büyük özellik o kadının erkekde şiirsel bellek denen yeri aktifleştirebiliyor olması. Aşık olunan kadın beynin bu tarafını aktifleştirirken, diğer kadınlar erkeğin beyninin bu tarafına uğramıyorlar. Bu bellek büyüleyici, dokunaklı gelen ve hayatı mutlu kılan şeyleri kaydediyor diyebiliriz. O özel kişi bulunduğunda, onunla yaşanılan şeyler kaydedilirken farklı kaydediliyor tabiki, daha bir süslü daha bir janjanlı, daha bir dokunaklı...

* Varoluş ve Hayat I

Zıtlıkların her ne kadar birbirine uzak olarak tanımlansa da, birbirlerine dönüşmelerinin o kadar basit olduğunu vurguluyor yazar. Ayrıcalıktan itilmişliğe, ıstıraptan mutluluğa geçiş örneklerini veriyor. Benim aklıma da aşk ve nefret geldi bu kısmı okurken. Gerçekten de bu iki terimin arasında ince bir zar var ve kişi kendi duygu selini bir gün içerisinde olmasa bile, bir taraftan öteki tarafa difüze ediyor neredeyse... Kundera bu ayrıcalıktan itilmişliğe geçiş için de Stalinin oğlu Yakovu örnek veriyor. Zamanında prestijli bir kişi olan Yakov, kendisini ikinci dünya savaşı almanyasında bir toplama kampında tutsak olarak buluyor. Odasını paylaştığı diğer tutsaklarca bir tuvalet mevzusuyla aşağı görülüyor. Tabi hikayenin gerçekliği tartışılır. Yine saatleri ayarlama enstitüsüne bağlayacağım ama, Hayri İrdal'ın yoktan var olması da bunun tersine bir örnektir sanki... Yokluktan varlığa da denebilir.

* Tanrı ve İnanmak I:

Belki de kitabın en can alıcı kısmı burası. Tanrı, din ve inanma üzerine öyle güzel örnekler var ki, insanın kendini sorgulaması bitmiyor nerdeyse... Yazar küçükken tanrıyı sakallı bir dede olarak hayal etmiş, yemek yiyen ve bağırsağı olan bir tanrı... Ben bağırsağı var mıdır yok mudur diye düşünmeden aynı yaşlarda aynı şekilde fakat birden fazla hayal etmiştim tanrıyı... Bir düzlem üzerinde eşit aralıklarla oturmuş aynı hareketli dede benzeri bağdaş kuran bir tanrı(lar)... Benimkiler de yemek yiyordu... Sonra bu bir gün teyzemin dediği bir şeyle bir sandık dolusu altına döndü :) Teyzeme küçük aklımla allah ne diye sormuştum, o da buğulu bir sesle "allah çok büyük bir güç bir hazine" demişti... Teyzem allah bilir neyi kastetti, ama benim kafamda bir sandık altın belirdi... Romanda kendimizi bu düşünceden nasıl ayrıştırdığımızı, ve dinde daha steril ve uygun bir tanrı betimlediğimizi anlatılıyor. Sonuçta bağırsağı olan bir tanrı düşünülemezdi, bağırsak demek dışkılama demekti. Bu yüzdendir ki din ve tanrı buna göre yapılandırıldı. İnsan dünyadan sonra cennete gittiğinde ya hiç dışkılamayacaktı, ya da dışkılamadan iğrenmeyecekti. Ancak bu mantıkla cennet daha hedeflenmesi uygun bir yer olabilirdi. Aynı mantıkla tanrı da dışkılamıyor ya da bu durumun düşünenlere iğrenç gelmiyor olması gerekir - Gerçi insanı vasıfları tanrıyla düşlemek dinin temeli ile ters düşüyor ama - İşte insan cennetten kovulduktan sonra iğrenmeyi öğrendi, ya da dünya ve hayatla birlikte varoldu iğrenme hissi. Bu yüzdendir ki insan kendini iğrendiren şeyi gizlemeye başladı diyor Milan Kundera. Gizlenen şey en başta iğrenç bellenir, fakat ardından bir heyecan dalgası alır iğrenç şeyle tanışmanın akabinde. "Bok olmadan, kalbi çarptıran, duyuları körelten cinsel aşk olamazdı" diyor. İlginç bir bağlantı. Aklıma bunu okuyunca, henüz cinsellikle tanışmamış kızların televizyonda şans eseri müstehçen bir sahne gördüklerinde ayy mayy deyip iğrenmeleri geldi. Halbuki bu iğrenmenin ardından, heyecan dalgası yayılması, zamanla bunun büyümesi normaldir. Aşırı heyecanın ürünü bir şeyi saklama ihtiyacı duyuyoruz, ve bunun öncesi ise iğrenme ile başlıyor. İğrenç dediğimiz birçok şeyin zamanla heyecan verici olması muhtemel mi yani? Dışkılamayı bunun içine katmak biraz zor ve anlaması güç hala... Belki yazar bu kavramla var olan dışkıyı değil de onun aklımıza getirdiği şeyi, yani bilinçaltımızı betimlemeye çalışmıştır: dışkı iğrenme dediğimiz duygunun en şekle kavuşmuş halidir...

Kundera inananlarla inanmayanları, ya da daha basit haliyle ateistlerle bunun aksini düşünenleri daha basitçe ikiye ayırmış. Dediği gibi, dünyanın tanrı tarafından yaratıldığına inananlarla kendi kendine varlığına kavuştuğunu düşünenler arasındaki tartışmanın bir yere varması çok zor. Belki bu yüzden o kadar opsiyon arasından agnostizm en uygun olanı... Tanrı var mıdır, yok mudur, dünya öyle mi yaratılmış böyle mi, nasıl bileyim, nasıl akıl edeyim... Allah sana akıl vermiş, e düşün biraz be adam da diyebilirsiniz, fakat insan düşünmemeyi de seçebilir... İnsanları bu şekilde değil de dünyaya kuşku ile bakanlar ve onu olduğu gibi kabul edenler diye de ikiye ayırabiliriz diyor yazar....

Digression 2: [Tam şu anda yine mi çiçek çalıyor... şartlı ara... bir dakikalık hatıralara saygı duruşu...]İki çift göz aradığım zamanlarım olmuştu benim... Yine mi dili geçmiş zaman... Bu özelliğime bilenler erenlere karıştılar... İnsan çocukken karşısında kendisi oluyor, kendisini unutuyor. Başka bir deyişle , ben sen oluyor, sen sen oluyor... Hatta herkes sen oluyor... Sonra büyütüyorlar çocuğu... O da bir ben oluyor... Sonra herkes ben oluyor... herkes kahrolası ben oluyor...


... İnsanları bu şekilde ayırınca, sanki ilk kısım inanmayanlardan, ikinci kısım da inananlardan oluşuyor gibi... İlkinde içinde tanrının varlığını da tanımlayabileceğin sonsuz olasılık var, ikincisinde ise bütün cevaplar tanrıya ve yaratılışa bağlanıyor... Gerçi ilkinde bazıları tanrının varlığını şıklara koymamayı da seçebilir ki, bu nasıl bir sorgulama olabilir diye sormak gerekir... İkincisinin ise neticesi, yani tanrının varlığına, her şekil aynı şeye bağlanacağını düşünürsek, sorgulamanın yokluğu aşikar. Şimdi de inançlıların bir şeyleri sorguladıklarını öne sürmelerinde ne kadar sahici olduklarını sorguluyorum, ki onlar da seçeneklerine tanrısızlığı koymuyorlar... Yani ikinci kısmın gerçekten de sorgulamadığı kesin de, ilk grupta sorguladığına inananların buna saplanıp kalması doğrultusunda ikinci gruptan pek de farkları kalmadığı ortada... İşte bunlar da benim gözüm de bir çeşit yobaz... Entellektüel yobazlar... Afaroz edilebilirim... Mi? 

Ben buradan devam edeyim sonra... Çünkü bu uzar gibi... 
Dönücem ben sana ;)








Yorumlar

Popüler Yayınlar