4 Nikah 1 Cenaze

Mesajının ardına kondurduğun bir smiley face nasıl insanı bu kadar mutlu edebilir ki? Öyle değil işte o, bir mutlu eder ki, şaşarsın da, yine 6 aylık hüznü terkedip ve bilinen öföri hallerine geri döndü dersin bu manik depresif!

Hani bir şarkı vardı ya, insan aşık olunca gerçek yaşı kaç olursa olsun kendini 17 hissedere benzer sözleri vardı, sanki Mazhar Alanson söylüyordu, doğruymuş o sözler... İçindeki ruhun giderek yaşlandığını hissederken, nereye damladığını kestiremediğin o güzel duygular seni apansızın çocuklaştırıyor... İnsan mesajın sonuna konmuş basit bir gülen yüze sevinir mi yoksa bir pazartesi sabahı! Sonunun nereye varacağını bilsen de, ufacık mutlulukların peşinden gidince insan anlıyor anın güzelliğini, yemişim geniş zamanları... Yok efendim bizim gibilere geçmişler bugünler gelecekler... Şimdi ufacık bir cupcake ile kendime hazırlamış olduğum minik süprizime sevineyim, yarın yeri gelince gerekirse doğu yörelerine has bir ağıt patlatır, bir kına gecesinde yüksek yüksek tepelere ev kurulacak olmasına üzülen henüz everilmiş kızımızın göz yaşlarına katılır, olmadı soğan doğrarım... Zaten ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim, demiş ünlü düşünür Yılmaz Erdoğan... İhtimal yerine gerçek olsaydı asla içimiz bu kadar gıdıklanmazdı...

***

Ve bunun üstünden 2 gece geçti. Bakıyorum da yazdıklarıma, hangi gazla neye hizmet yazmışım o üstteki satırları, anlaması güç... Hadi başkalarını anlayamamak normal de, insan kendisini de anlayamıyorsa, yaşamak denen bu sabah akşam yedi yirmi dört ful time işi bıraksın canım...

S/he is not...

İşte her şey bir noktada bu yukarıda yazmış olduğum tamamlanmamış, ama benim içimde tamanlanmış, bir cümleye bağlanıp küfleniyor... To be or not to be olarak kaldığında bir şey, her ne kadar belirsizliğin sigortalattığı stres bile olsa, o strese bir umut sıkışmış ya lan... İşte o umut da, ki bir kuzenimin adıdır, yok olup gidiyor S/he is not dendiği anda...

Düşün düşün nereye kadar. Hem ne zaman bu cümle to be or not to be ile başlayıp s/he is indeed ile son buldu... Peki nedir bu s/he is...

S/he is the one who was crossing the street that has a million stories to tell...
S/he is bringing the Spring to the longest night...
S/he is a random person that I selected from a pool of people: no reason to select, no reason to chase...

Sıkıldım, bu bitmek tükenmek bilmeyen arayıştan... aradığımdan değil aslında... arıyormuş gibi yapıp insanları dibime kadar getiriyor bu orospu kader... belki de yapacak daha güzel bir şey olmadığı için... ve en kolayıdır ya... kendi kendime hikayeler yazıyorum sırf sonunun ne olacağını bilmeme rağmen... Bir ara burada da yazmıştım sanırım, benim sıradan oyunumdur bu a dostlar, içinde bulunduğum durumlardan, insanlardan kafama göre bir senaryo yazıyor ve rollere giriyorum boş zamanlarımda... Arabada, evde, yatakta, bilimum hayatımın sadece kendimle sınırlı olduğu her yerde, oynuyorum bu oyunu...

İnanılmaz gelecek ama, İstanbulda olsaydım şu sıralar, inşallah havaalanından uzak, Bakirköye yatar mıydım acaba diye düşünüyorum... Alın şu zihni, ben açamadım bari siz açın sayın psikolojiden çok iyi anlayan doktorlar. Açın bir bakın ne var ne yok, olmadı lavaş ekmeğe sarıp dürüm yaparsınız... Bakırköy demiştim zaten, o yüzden ne diyor lan bu deli demeyin şimdi...

Dün çok içmedim, gece yatağa geç gittiğim doğrudur. 2 miydi 3 müydü ne? Bir an telefonumu şarja takmadığımı sanıp yataktan zıpladım ve yanıldığımı ögrenip geri döndüm yatağa... Hangover denecek kadar çok içmediysem bu neyin kafası, nedir bu olup biten bende... Ağır ağır uykuya dalarken farkettim aslında bu uykunun pek de bir güzelliğe dalalet olmayacağını... Sabah 8den önce, alarmımdan bile önce istemsizce uyandım, bol bol su içtim belki bir işe yarar diye... Hatırladım: içim yanıyordu. Fakat dikkat edin, içim yanıyordu, anatomimde belirtebileceğim basit bir yerden bahsetmiyorum içim diye: genel olarak içim yanıyordu. Midem değil, öyle olsa içtiğim su iyi gelirdi ama gelmedi... İçim yanıyordu sanki bir gece önce en çok sevdiğimi kaybetmişim, bir parçamı bir yerlerde bırakmışım gibi... İçten içe yanıyordum... Bu yanma içimden başlayıp yavaş yavaş yukarılara tırmandı, tırmanıyor ve hala etkisi şu an hissediliyor: ingilizcedeki present perfect tense hiç bu kadar perfect olmamıştı bu tırmanış sırasında...

Bu aralar her yerde bir şeyler oluyor: bir yerlerde birileri anlamsızca masum insanları tarıyor, başka bir yerde yine anlamsızca kendisini ve çevresindeki 40-50 masum insanı havaya uçuruyor, global dengemiz mi bozuluyor ne...

Biliyorum, insan kalbini açtıkça daha eksik, daha bir zayıf ve güçsüz oluyor. Tabi kalbe ne atfedildiğine bağlı bu, fakat kalp dediğin eğer ırmaksa, sanki kurutuyorlar böyle belirsiz gün ve haftalarda...

Başıma akseden bu yanma... Belki yarın sabah geçer, kimbilir belki yarından da yakın - Mehmet Akif Ersoy, şairin ismini yazmasaydım ölürdüm kesin...

Bazen dağınık bırakmalı, illa ki toplamak mı lazım... Arkama dönüp bakıyorum da her şey her yerde... Bilinmez bir kaos! Şimdi siz gidin de bu noktaya kadar okumuş olduğunuz bu Seinfeld misali hazırlanmış The Show About Nothing tadındaki yazıda saklı 4 Nikahı ver 1 Cenazeyi bulun. Yoksa 1 Nikah ve 4 Cenaze mi?

Hadi bana eyw (bir de bu eyw var bugünlerde - çok popüler, deneyin siz de memnun kalacak ve her satır arasında beni hatırlayacaksınız)...

Edit: O şarkının adı Hep Yaşın 19 ve MFÖ denmiş...

Yorumlar

Popüler Yayınlar