Arı'ya
"Yapacağım hiçbir şey kalmadı
artık" demek için paraşütle atlama liste başımdı. Artık bunu
yapabileceğimi sanmıyorum. Yani gönül rahatlığı ile diyebilirim ki yapacağım
hiçbir şey kalmadı. Kabuğuma çekiliyorum. Bu şekilde de geçer nasılsa zaman:
saniyeler geçer... Ömür dediğinin de birimi saniye olamaz mı? Peki kaç saniye
geçmiştir? Ya da dakika... Bir dakika sürmüş müdür?
Fatih Sultan Mehmet köprüsünün boğazdan
yüksekliği 64 metreymiş. 64 metre ne kadardır bilmem etmem. Göz hesabı ölçü
anlayışım çok kıttır. Arabadayken hiç anlamam mesela bir kilometrenin ne kadar
sürede kat edilmiş olabileceğini. Yol = Hız*Zaman diye üstten üstten ukalalığa
girişmeyin. Sadece bakarak bunu anlamadan bahsediyorum. İşte bu yüzden 64
metrenin 15 katlı bir binaya tekabül edebileceğini varsaydım, her katı 4 metre
alarak. Kaç saniye sürmüştür gerçekten... İşte bu korkudan paraşütle falan
atlayamam artık sırf eğlence olsun diye... Bende ki de ne cesaret değil mi
başkalarının yanında... Yok, artık cesaretli değilim... Korkağın tekiyim.
Atlarsam en derinden empatinin Allah’ını kurarım... Hem fotoğraf da çekilir ya
böyle anlarda bunu da yaptım ettim diyebilmek için. Ben o fotoğrafta hüngür
hüngür ağlarım bu empatiden... Koyamam da o fotoğrafı Facebooka... İnsan Facebookta
ağlamaz ki, ayıp! Varsın böyle bilsinler...
Üç önceki yazımda bal arılarından
bahsetmiştim. Bugün başka bir arıdan bahsetmek istiyorum.
Ben bu Arı ile Üniversiteye geldiğim ilk gün,
oryantasyon sırasında, bedava dağıtılan yemekleri beklerken tanıştım. Bilgisayar Mühendisliğindeymiş... Bilecikliymiş... Sonra yurdun tuvaletinde
görmüşümdür kesin bir sabah yüzümü yıkarken... Aynı yurdun aynı katında fakat
farklı odalarında kalıyorduk. Her üniversiteye başlayan ergen ötesi gibi,
sosyalleşmek çabası ile kafama birkaç kulüp kestirmiş ve onların tanışma
toplantılarına katılmaya karar vermiştim. Biri de folklor kulübüydü. Arı da
ordaydı. Bu sayede daha da yakından tanımaya başladım Arıyı. Birlikte dans
çalışma saatleri sonrası yemeğe gider, ondan bundan sohbet ederdik. Sık sık 105
numaralı odamıza gelip çayımızı içerdi. Ben hiç odasına gittiğimi
hatırlamıyorum o sene, çekingen bir ergen ötesiydim o seneler... Gündönümü dans
gösterisinde yedi kere aynı sahneyi paylaştık o senenin sonunda. Arı benden çok
daha güzel dans ediyor olacak ki, ben iki öbekte yer alabilirken, o hepsinde
yer almıştı... Erkek dansında öyle bir çalımı vardı ki, tüm erkeklerin yanına
gidip hayde bre eşliğinde yanında salınası gelirdi... En azından benim içimden
öyle geçmişti o zamanlar. Muhabbet güzel olacak ki, sonraki sene aynı odada
kalmak istedik Arıyla... İki sene boyunca aynı odada kaldık. Çok eğlenirdik
birlikte. O seneden kalma birkaç fotoğraf var ikimizin yan yana... Birinde yurt
ranzalarının yanında ayaktayız, ikimiz de farklı tarafa bakıyoruz muzip muzip,
Arı öyle istemişti. Fotoğrafın nedense siyah beyaz çıktısını almıştık. Bu
fotoğrafı birini birkaç sene sonra birlikte çıktığımız evin girişindeki
faturaları astığımız panoya iğnelemiştik. Sanırım o yaz, onu arkadaşı ile
birlikte mersindeki yazlığa davet etmiştim. İkimiz de
o zamanlar araba sürmeyi bilmediğinden, bizimkilerden arabayı alamamış ve trenle gitmiştik Mersine.
Mersindeki yazlık minibüs durağından uzaktı, mecburen 15 dakika zifiri
karanlıkta yürümek zorunda kaldık. Takip ediliyoruz diye bir korku sarmıştı ikimizi de, ya da kendi kendimizi saçmaladığımız bir hikaye ile korkutmuştuk.
Sağ salim varmıştık eve o akşam. Deniz, havuz, patates kızartması, okey, papaz
kaçtılarla dolu güzel bir hafta geçirmiştik dördümüz...
İsmail aynı odada kaldığımız iki senenin
sonunda bana kaldığımız odanın BBG evine döndüğünü, herkesin birbirine atar
yaptığını, bu yüzden de başka odaya çıkmak istediğini söylemişti. Haklıydı
da... Ne zorumuz vardı bilmiyorum. Velhasıl başka odaya çıktı, biz kalan
arkadaşlarla, oda ahalisinde birkaç değişiklikle yeni bir odaya çıktık.
Üzülmüştüm açıkçası başka odaya gitmesine, ama haklı olduğundan bir şey de
diyemedim. Ayrı odalarda olmamıza rağmen Arı bizi sık sık ziyaret etti. Çay
içer sohbet ederdik...
Mezun olduktan sonra aynı eve çıkmaya karar
verdik. Arı o zamanlar üniversitede mastıra başlamıştı. Yani ikimizin
mezuniyeti arasında bir sene oynuyor. Sanırım o sene okul civarında başka bir
evde kalmıştı. Fulyada giriş altı bir ev bulduk. İkimizin de pek büyük
beklentisi yoktu şu olsun bu olsun diye... O evin neyi hoşumuza gitti
bilmiyorum. Oturma odası duvara bakıyordu ve pek ışık almıyordu. Birkaç eşya
var diye hemen kiralamıştık sanırım. Birkaç eşya dediğimde eski püskü yeşil bir
koltuk takımı ile fırın kısmı çalışmayan ocak/fırın bozması. Migros’a gidip bir
sürü temizlik eşyası alıp evi temizledik ikimiz gücümüz yettiğince. Benim
öğretmenliğe başladığım sene... Ara sıra Cevahire gidip İskender yer, ya da
kahve dünyasında kahve içerdik. Ben onun kadar kendimi geliştirmeye, eğlenirken
yaptığım şeyden de bir şeyler öğrenmeye hevesli ya da bilinçli değildim. Bir
keresinde yapboz yapıyorum diye hedonist olmuştum :) Yine haklıydı, o bağlama
çalmayı öğrenerek zamanını doldururken, ben yapboz yapıyordum... Hala derim
kendime keşke ben de bir müzik aleti çalabilsem diye...
O sene de bir sürü güzel hatıra doldurarak
geçti... Sonra ben mastır için Amsterdam'a gidince artık eskisi kadar görüşemez
olduk. 2011 yazında kına için Isparta’ya geldi, birkaç kişinin damat diye Arı
ile tanıştığı bile oldu :) Karşılıklı uzun uzun her yöreden oynamıştık kına
sırasında. Sonraki seneler her Türkiye’ye geçtiğimde görüşmüşümdür... Ve
görüşecektim de... Ama 23 Aralık'a kadarmış. Bal arıları 30 gün yaşarmış, bu
Arı da 30 yıl yaşadı...
Arı benim ilk dostumdu, kanla bağlanmasak da
kardeşimdi, çok sevdiğim bir insandı. Bir insanda isteyebileceğin bütün kişilik
özelliklerini taşırdı neredeyse: zeki, çalışkan, anlayışlı, eğlenceli, sevgi
dolu, güler yüzlü, vefalı... En sevdiğim özelliği de bana beni sevdiğini belli
etmesiydi... Umarım gittiği yerde şimdi hiç olmadığı kadar mutlu ve
huzurludur...
Keşke Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün de luna
parktaki free fall ünitelerinde olduğu gibi insanı denize yakın yavaşlatan bir
mekanizması olsaydı... Böylelikle denizden de güle oynaya, adrenalinin verdiği
mutlulukla çıkabilseydi ve eve gidebilseydi... Ama yok işte... Fatih Sultan Mehmet
Köprüsünün böyle bir mekanizması yok... Ya da İzanagi de sorunumu çözerdi şu
dakika. Az da olsa, olsaydı Arı. Aynı yerde olamasak da bir yerlerde var olabilseydi.
Az da olsa… Biliyor musunuz, şaka olsun diye değil, gerçekten olmasını
istediğimden diyorum bunu... Hem hiç gülemiyorum şimdi...
Derdi nasır değildi belki de... Ya da
"To be or not to be" onun için ayağında olabilecek bir nasır etkisi
yaptı... Bu yüzden aklıma Orhan Veli'nin şiiri geldi...
KİTABE-İ
SENG-İ MEZAR
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi'ye
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helâl ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzigâr ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısiyle:
"Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı."
Orhan Veli
Yorumlar
Yorum Gönder