Anlayamazsınız

Buraya bir şeyler karalayasım var, fakat nedense bir çağlayan oluşturmuyor içimdeki fikirler. Çorak bir toprakta başlayan bir ırmağın bir türlü okyanusa ulaşamayıp saçmasapan bir akıntı olması gibi. Şöyle küçük de olsa bir doğum olsa, ve kocaman bir yurda ulaşsa...

Dağılmadan yazması güçleşiyor zamanla... Türkçedeki kelime dağarcığımın kısıtlı olması da cabası. Amerikalılar ne yapsın bu halde: Türkçede hal böyleyken, ingilizcedeki vocabularim hak getire. İngilizcede daha kötü durum. Kelime seçiminde pek de titiz olmadığım Amerikalı mercilerce farkedildi ve yüzüme vuruldu: "Sometimes you cannot find the right word and replace it with something that you know". Mercilerin analitik gücü iyi olacak ki ne olduğumu şıp diye anlamışlar. 

Üniversite hazırlık sınıfındayken de aynı şeyle yüzleşmek zorunda kalmıştım. Yazdığımız kompozisyonları kontrol eden hoca bir gün yanıma gelip "senin sorununun ne olduğunu biliyorum" demişti: "Kardeşim de böyle. Sorun İngilizcede değil de Türkçe'nde. İngilizce bilgin yeterli seviyede ama ne yazacağını bilmiyorsun. Konuya hakim değilsin." Hocanın beni teselli etmesine sevineyim mi üzüleyim bilememiştim o sıralar. SIĞSIN demenin yumuşatılmış bir yolu gibi geldi. Beyza Hoca bana laf sokmanın en üst düzeyini örneklemiş de benim anlamam yıllarımı almış. Üstüne de Haziranda sınavı geçmemi beklemediğini söylemişti. Dediği doğru bile olsa üzülmüştüm duyduklarıma... Karı hem müneccim hem kötü haber tellalıydı mübarek. 

Başka bir dilde kendini ifade etmenin ağırlığından bahsedeyim size. Türkçe, yani ana dilin dahi bazen yetersiz kalırken ne demek istediğine, sonradan öğrendiğin bir dil nasıl yardımcı olsun kendini anlatmaya. ANLAYAMAZSINIZ demiş ya çocuk, vallaha helal olsun, doğru demiş. Bence de anlayamazsınız. Onun için ya kendimi birine bir şeyi anlatmak için zorlarken, kaderki Türkçe anlatırken bunu, sık sık "anlatabiliyor muyum?" diye sormamın sebebi bu. Sorunu kendime yöneltmem kibarlıktan, fakat karşımdakinin beni anlamaya yakın olmadığını kendime kabul ettirmemden soruyorum bu soruyu aslında. Biliyorum çünkü, ben anlatamazken, sen anlayamazken, senin "anladım" demen, benim kendimi ifade edemediğimi yüzüme vurmaktan başka bir şey yapmıyor. 

Zemheri... Ne güzel bir kelime değil mi? Keşke şu kelimeyi cümle içinde kullanabileceğim bir cümlem olsaydı, ama yok işte...

İşte şu amerikan merci de bana bir teselli ödülü verdi:

"Yok yok, ingilizcen gayet iyi"

Ben de kendi kendimi balçıkla sıvadım:

"Yok yok, vocabularimin iyi olmadığımı biliyorum zaten"

Sonra da kalan yıkıntılardan, ufacık bir kendine güven inşaa ettim:

"Fakat bu bir sorun değil benim için. Sonuçta bu benim için ikinci bir dil, her kelimeyi tam anlamıyla bilmem ve kullanmam neredeyse imkansız. Ders anlatmaya başladığımda dahi bunun altını çizerim. Öğrencilerimden matematiği daha iyi bileceğim su götürmez, bu kadar sene üzerinde çalışmış ve düşünmüş olmanın bir getirisi olsun değil mi henüz o noktaya gelmemiş beyinlerden. Fakat matematikte de her şeyi bilemeyeceğim, hata yapabileceğim de bir gerçek. Onun için öğrencilerle birlikte daha iyi bir öğrenci olacağım bir ortam kurmaya çalışırım sınıfımda. Çoğu kez onlar benden öğrenirken, birkaç kez de ben onlardan öğrenirim. Maksat ilgimiz artsın, dikkatimiz dağılmasın".

Konu da burada kapandı. Ben üzerinde çok da düşünülmeyecek bir insan olup çıktım. İnsanlar gözleriyle gördükleri kürkleri gözlerinde büyütüyorlar, sonra aynı gözlerinden düşürüyorlar. Kaldı ki kürkü kuşatan da kendileri... Ye kürküm ye'den çok ye kürkü ye! 

Hem Doktor olup hem yemek yapabilmek de güzel. 10 parmağında on marifet mi yoksa doktorlardan yemek yapması beklenmez mi? 

İtiraf ediyorum ki ben bir introvertüm, ve belki de 9 kişilik yemekler beni strese sokuyor... 
Yemekten önce geçirdiğim şaraplı sohbet çok daha iyiydi. Peki ya sarı odalar, dört duvar, bilgisayar, tekrar tekrar izlenen aynı program...

3 sayısı eşik değerim oldu artık. Her şeyim 3'e bağlıymış. Allahın hakkı 3tür, Mario'nun 3 canı vardır. Ve köprüdür bazılarına, ya boğulursun altındaki akarsu da, ya da başka diyarlara götürür seni: yeşili bol...

Aynı hikayeleri evire çevire anlatmaktan sıkıldım, fakat başka bir hikayenin de çıktığı yok. Anlatırken farkediyorum ki anlattığım hikaye önemini kaybediyor. 

Aynı şarkıları başka insanlarla paylaşıp yüzlerindeki hikayeleri görmekten sıkıldım. Kontrolsüz bir deney bu... Aslında öğreniyorum ki mesajlar benim içim heyecanlıykan güzelmiş, şarkılar da... 

Siddhartha'yı başucu kitabım bilirdim, şimdi Amin Maaloufu okuyorum: Işık Bahçeleri... O da Maniyi anlatıyor. Yitip gitmiş bir din. Büyük ihtimal o da aynı...

You delayed loves for tomorrows
But why?

Yorumlar

Popüler Yayınlar