Haneler V: Sarphatistraat 145
Hala 313 numaralı odada kaldığım zamanlar...
Kırmızı kapsüllü nokia bir telefonum vardı...
İşte bu zamanlarda fotoğraf da çekebilen cep telefonu geç de olsa hayatıma girdi. Bu sayede belki de o zamanlardan kalan bazı şeyleri daha kolay hatırlamam. "Suratlar" diye bir klasör oluşturmuştum. O zamanki hayatımdaki insanların suratları: Jesus, Jenny, M1, Angelico, Russell, Smilebee,..., ve G.G. (Gül Güzeli) gibi kişilerin suratları...
Üniversitenin hazırlık sınıfında tanıştık. Henüz o zaman nasıl adlandıracağımı bilmediğimden, yıllar sonra "birisi sanki arka sırada oyuncak bebeğini bırakmış" diye tabir etmiştim onu nasıl gördüğümü. Şimdi farkettim ki "kutu bebeği" demek istemişim.
3 sene gecikmeli olaylar olaylar: Sporfestler, 1 numaralı Urfa gençlik kampı. İşte Gül Güzeli şarkısının çalmaya başladığı o sene ben ilk defa Amsterdama geçtim ve dolayısıyla Sarphatistraatdaki o studio daireye:
Sarphatistraat 145: Hayatımda ilk defa yurtdışına çıkma seferim. Şöyle dönüp baktığımda çok da düşünüp aldığım bir karar değildi. İnsan kendini bulana kadar başkalarından kopyalıyor sonunun nereye seni götüreceğini bilmeden. Çevremdeki yakın arkadaşlarımdan Erasmus değişim programına başvuranlar oluyordu; kriterleri öğrenince "ben de bir deneyim" dedim sanırım. Bulduğum ilk iş ve daha sonraki Yüksek Lisans maceram da bu kararımın neticeleri oldu aşağı yukarı.
İlk başvurumda Utrecht University'e başvurmuştum - fakat nasıl olduysa, kendimi o senenin güz döneminde University of Amsterdam'da buldum. Gerekli dil beklentileri ve benim programımın diğer ünivesitede bulunmaması (ikinci kısım bildiğin yalan çünkü Utrecht'de babalar gibi Freudenthal İnstitute bulunuyor. Belki lisans öğrencisi olarak ders almak zordu) buna sebeb olmuş olabilir.
Universite daha Hollandaya varmadan önce kalacağım yeri ayarlamıştı.
Amsterdam beni bitmek bilmeyen parçalı bulutlu ve yağmurlu havasıyla karşıladı o gün. Havaalanından trenle şehir merkezine, oradan da otobüsle benim için ayarlanan studioya geçtim.
Studio iki kişi için ayarlanmış.
Kapının girişi solda bir odaya ayrılıyor; bu odayı elbise dolabı olarak kullanmak için yapmışlar. Dolap dediğim şey de raylı metal askılıklar. Her kiracı için ayrı bir tane var. Aynı odayı daha sonradan aldığım bisikletim için de kullandım.
Bu odanın hemen yanında duşakabin ve lavobo bulunan ufak bir banyo vardı.
Her iki kiracının da kullanacağı 1 banyo.
Girişin sağ tarafında tüm odaya açılan mutfak vardı: fırın, aspirator, buzdolabı, tezgah ve dolaplardan oluşan.
Geriye kalan oda ortada bulunan bir kitaplıkla ikiye ayrılıyor. Kitaplık öyle bir dizayn edilmiş ki, her iki taraftan da simetrik şekilde kullanılabiliniyor. Başka deyişle kitaplık bir odayı ikiye ayıran ufak bir duvar görevi görüyor.
Dolayısı ile kitaplığın her iki tarafında da yatak, çalışma masası ve sandalyesi var birer tane.
Odanın önü duvar yerine tamamen Sarphatistraata bakan baştan sona pencereden oluşuyordu. Kırmızı turunculu perdeleri açtığın zaman bütün sokağı, bisikletleri, iki yönde giden tramvayları, sokakta yürüyen insanları görebiliyordun.
Hemen altında Albert Heijn vardı; Hollanda'da yaygın süpermarket zinciri. Alternatif marketlerden haberdar olmadığım için, en başlarda, pahalı olmasına rağmen, hep bu markete giderdim. Sonraları Lidl ve Aldi ile tanıştım ilk defa.
Albert Heijn'in az ötesinde metro durağı vardı. Metro, tramvay, ve bisiklet sayesinde bir yerden bir yere gitmek hep kolaydı.
Oda arkadaşımla uzun süre tanışmak nasip olmadı. 2 hafta sonra çıkageldi: katalanlıymış; hokey takımı ile birlikte gelmiş Amsterdama; takım onun için başka bir oda daha bulmuş. Nedenini tam anlamadığım ya da şimdi hatırlamadığım için çocuk her iki yerin de kirasını ödüyordu. Bir gün ufak bir televizyon getirdi, benim de kullanabileceğimi söyledi. Sonraları ayda bir ya gördüm ya görmedim çocuğu odada. Televizyon da bana kaldı Amsterdamdan ayrılana kadar. 6 kişilik odalarda kalmaya alışmış biri olarak 2 kişilik bir odayı kullanmak başlı başına bir gelişme iken, o odada tek başına kalmak tadından yenmez bir tecrübe oldu benim için.
Bir arkadaşın da ısrarları sonucunda ilk bisikletimi, okulun kayıt işlerinin bulunduğu binanın önünde bir hırsızdan aldım. 20 euro falandı sanırım. Adam eminönündeki CDciler gibi yaklaşıp, "do you need a bike?" diyor, sen de şeklini şemalini söyleyip bulunduğun yerde 20 dakika bekliyorsun. Adam bahsettiğin bisiklete yakın bir şeyle geri dönüyor. Temiz iş...
Amsterdamda bisikletli insana yürüyen insandan daha çok hürmet ediyorlardı. Birine çarptığın zaman, suçlu sen olman gerekirken, çarptığın adam geri dönüp "dikkat etmem gerekirdi" deyip senden özür diliyor. Medeniyet böyle bir şey...
Aynı yıl ilk ev yemeği deneyimlerime başladım. O kadar yemeğin arasından kendime spesiyalite olarak neden Ali Nazik'i seçmişim hiç bilemedim. Evde yapılabilecek bir kebab çeşidi olduğundandır belki...
Şöyle bir dönüp bakınca o sene Amsterdam'ın bana en büyük kazancı ne oldu diye, hadi eğlence gırgır şamata, farklı bir kültür gözlemini geçelim, cevabım üniversite yıllarında geleceğe dair kararlarımı değiştirecek işini seve seve yapan bir öğretmenle tanışmam olur sanırım. Geçenlerde bunun üstüne düşündüm: ilk orta lise yıllarında çok da ne yapacağımı değişterecek bir hocam olduğunu hatırlamıyorum. (Tabi ki dört dörtlük ve işlerini layığı ile yapan birçok hocam oldu. Fakat bunlardan herhangi biri kendi kariyerim babında beni etkilemediler demek istiyorum). Üniversitedeki kendi bölüm hocalarımız da çoğunlukla yarım zamanlı hocalardı (kıdemli hocalardan birisinin emekliliği yakındı - gerçi eğitim dalında dört dörtlük bir hocadan ders almak nasip oldu, fakat dersler işkence gibi olduğundan o deneyimimi unutmaya çalışıyorum).
Ocak ayının sonlarına doğru Sarphatistraat 145 nolu odadan arkamda gözü yaşlı birkaç insan bırakarak (hadi canım) ayrıldım. Amsterdam'ın benimle o noktada işi bitmemişti henüz.
Kırmızı kapsüllü nokia bir telefonum vardı...
İşte bu zamanlarda fotoğraf da çekebilen cep telefonu geç de olsa hayatıma girdi. Bu sayede belki de o zamanlardan kalan bazı şeyleri daha kolay hatırlamam. "Suratlar" diye bir klasör oluşturmuştum. O zamanki hayatımdaki insanların suratları: Jesus, Jenny, M1, Angelico, Russell, Smilebee,..., ve G.G. (Gül Güzeli) gibi kişilerin suratları...
Üniversitenin hazırlık sınıfında tanıştık. Henüz o zaman nasıl adlandıracağımı bilmediğimden, yıllar sonra "birisi sanki arka sırada oyuncak bebeğini bırakmış" diye tabir etmiştim onu nasıl gördüğümü. Şimdi farkettim ki "kutu bebeği" demek istemişim.
3 sene gecikmeli olaylar olaylar: Sporfestler, 1 numaralı Urfa gençlik kampı. İşte Gül Güzeli şarkısının çalmaya başladığı o sene ben ilk defa Amsterdama geçtim ve dolayısıyla Sarphatistraatdaki o studio daireye:
Sarphatistraat 145: Hayatımda ilk defa yurtdışına çıkma seferim. Şöyle dönüp baktığımda çok da düşünüp aldığım bir karar değildi. İnsan kendini bulana kadar başkalarından kopyalıyor sonunun nereye seni götüreceğini bilmeden. Çevremdeki yakın arkadaşlarımdan Erasmus değişim programına başvuranlar oluyordu; kriterleri öğrenince "ben de bir deneyim" dedim sanırım. Bulduğum ilk iş ve daha sonraki Yüksek Lisans maceram da bu kararımın neticeleri oldu aşağı yukarı.
İlk başvurumda Utrecht University'e başvurmuştum - fakat nasıl olduysa, kendimi o senenin güz döneminde University of Amsterdam'da buldum. Gerekli dil beklentileri ve benim programımın diğer ünivesitede bulunmaması (ikinci kısım bildiğin yalan çünkü Utrecht'de babalar gibi Freudenthal İnstitute bulunuyor. Belki lisans öğrencisi olarak ders almak zordu) buna sebeb olmuş olabilir.
Universite daha Hollandaya varmadan önce kalacağım yeri ayarlamıştı.
Amsterdam beni bitmek bilmeyen parçalı bulutlu ve yağmurlu havasıyla karşıladı o gün. Havaalanından trenle şehir merkezine, oradan da otobüsle benim için ayarlanan studioya geçtim.
Studio iki kişi için ayarlanmış.
Kapının girişi solda bir odaya ayrılıyor; bu odayı elbise dolabı olarak kullanmak için yapmışlar. Dolap dediğim şey de raylı metal askılıklar. Her kiracı için ayrı bir tane var. Aynı odayı daha sonradan aldığım bisikletim için de kullandım.
Bu odanın hemen yanında duşakabin ve lavobo bulunan ufak bir banyo vardı.
Her iki kiracının da kullanacağı 1 banyo.
Girişin sağ tarafında tüm odaya açılan mutfak vardı: fırın, aspirator, buzdolabı, tezgah ve dolaplardan oluşan.
Geriye kalan oda ortada bulunan bir kitaplıkla ikiye ayrılıyor. Kitaplık öyle bir dizayn edilmiş ki, her iki taraftan da simetrik şekilde kullanılabiliniyor. Başka deyişle kitaplık bir odayı ikiye ayıran ufak bir duvar görevi görüyor.
Dolayısı ile kitaplığın her iki tarafında da yatak, çalışma masası ve sandalyesi var birer tane.
Odanın önü duvar yerine tamamen Sarphatistraata bakan baştan sona pencereden oluşuyordu. Kırmızı turunculu perdeleri açtığın zaman bütün sokağı, bisikletleri, iki yönde giden tramvayları, sokakta yürüyen insanları görebiliyordun.
Hemen altında Albert Heijn vardı; Hollanda'da yaygın süpermarket zinciri. Alternatif marketlerden haberdar olmadığım için, en başlarda, pahalı olmasına rağmen, hep bu markete giderdim. Sonraları Lidl ve Aldi ile tanıştım ilk defa.
Albert Heijn'in az ötesinde metro durağı vardı. Metro, tramvay, ve bisiklet sayesinde bir yerden bir yere gitmek hep kolaydı.
Oda arkadaşımla uzun süre tanışmak nasip olmadı. 2 hafta sonra çıkageldi: katalanlıymış; hokey takımı ile birlikte gelmiş Amsterdama; takım onun için başka bir oda daha bulmuş. Nedenini tam anlamadığım ya da şimdi hatırlamadığım için çocuk her iki yerin de kirasını ödüyordu. Bir gün ufak bir televizyon getirdi, benim de kullanabileceğimi söyledi. Sonraları ayda bir ya gördüm ya görmedim çocuğu odada. Televizyon da bana kaldı Amsterdamdan ayrılana kadar. 6 kişilik odalarda kalmaya alışmış biri olarak 2 kişilik bir odayı kullanmak başlı başına bir gelişme iken, o odada tek başına kalmak tadından yenmez bir tecrübe oldu benim için.
Bir arkadaşın da ısrarları sonucunda ilk bisikletimi, okulun kayıt işlerinin bulunduğu binanın önünde bir hırsızdan aldım. 20 euro falandı sanırım. Adam eminönündeki CDciler gibi yaklaşıp, "do you need a bike?" diyor, sen de şeklini şemalini söyleyip bulunduğun yerde 20 dakika bekliyorsun. Adam bahsettiğin bisiklete yakın bir şeyle geri dönüyor. Temiz iş...
Amsterdamda bisikletli insana yürüyen insandan daha çok hürmet ediyorlardı. Birine çarptığın zaman, suçlu sen olman gerekirken, çarptığın adam geri dönüp "dikkat etmem gerekirdi" deyip senden özür diliyor. Medeniyet böyle bir şey...
Aynı yıl ilk ev yemeği deneyimlerime başladım. O kadar yemeğin arasından kendime spesiyalite olarak neden Ali Nazik'i seçmişim hiç bilemedim. Evde yapılabilecek bir kebab çeşidi olduğundandır belki...
Şöyle bir dönüp bakınca o sene Amsterdam'ın bana en büyük kazancı ne oldu diye, hadi eğlence gırgır şamata, farklı bir kültür gözlemini geçelim, cevabım üniversite yıllarında geleceğe dair kararlarımı değiştirecek işini seve seve yapan bir öğretmenle tanışmam olur sanırım. Geçenlerde bunun üstüne düşündüm: ilk orta lise yıllarında çok da ne yapacağımı değişterecek bir hocam olduğunu hatırlamıyorum. (Tabi ki dört dörtlük ve işlerini layığı ile yapan birçok hocam oldu. Fakat bunlardan herhangi biri kendi kariyerim babında beni etkilemediler demek istiyorum). Üniversitedeki kendi bölüm hocalarımız da çoğunlukla yarım zamanlı hocalardı (kıdemli hocalardan birisinin emekliliği yakındı - gerçi eğitim dalında dört dörtlük bir hocadan ders almak nasip oldu, fakat dersler işkence gibi olduğundan o deneyimimi unutmaya çalışıyorum).
Ocak ayının sonlarına doğru Sarphatistraat 145 nolu odadan arkamda gözü yaşlı birkaç insan bırakarak (hadi canım) ayrıldım. Amsterdam'ın benimle o noktada işi bitmemişti henüz.
Yorumlar
Yorum Gönder